7 Aralık 2010 Salı
Serseri bir ruh
Umutsuz, yaratıcılığı günün rutinleriyle, adetlerle, kurallarla çevrelenip, vasat hale gelmiş, ruh rengi genelin grisine uymuş, gece-gündüz kesik ayrımı ile yaşayan 'mahkum bir ruh' olmaktansa; serseri, ipsiz-sapsız, cıvıtan, hayatın b..kunu çıkaran ama "ruh" denen şeyi derinliğine tanımış bir insan olmayı yeğlerim. Zaten de öyleyim!..
Kendi ruhlarının orijinindeki o en saf noktaya, bakir bir bilinçle, baskı altında olmayan bir ruh yapısı ile nüfuz edebildiklerini ve orada buldukları masum, keşifçi bir benlikle açılımlara uğrayıp, hayatın öğelerine ışık tutabildiklerini hala anlatamadınız mı o fosil ruhlarınıza?!
Ömer
4 Aralık 2010 Cumartesi
Benle bağlantıda kalmak için
http://www.facebook.com/arizaadamturkey
http://www.youtube.com/c/MrArizaadam
http://omerdalman.blogspot.com
http://arizaadam.blogspot.com
http://arizasiirler.blogspot.com
http://arizalarmeclisi.blogspot.com
omerdalman@gmail.com
Asla bırakmamalıyım
Bütün 'gerçek bilgelerin' fişlerini sırayla çekseler de, onların kimliklerini silseler de, onları lekeleseler de, etiketleseler de, hayatı onlara dar etseler de, yılmamalıyım!
Ve bu çaresiz, adaletsiz, adiliyetten uzak dünya bütün doğrucuları, safları, çocuksuları dört bir yandan aşla, işle tehdit ediyor olsa da; bırakmamalıyım!
Onlar yüzünden her akşam içmemeliyim, dumanlara boğulmamalıyım!
Sadece Allah'a yalvarmalıyım ve her akşam gönülden isyanlarla uykuma dalmalıyım!
Onlar, o pis kadavralar yüzünden bu güzel, pırıl pırıl bedeni kurban edercesine keyif vericilere boğulmamalıyım!
Dünyanın bir an önce beklenen nihaî çözüme gitmesi ve hepsinin iplerinin çekilmesi için, hayat enerjilerinin geçersiz kılınması için isyanlarımı, dualarımı yukarı haykırmalıyım! Sadece kendi ucuz hayatım için değil, artık bu güzel insanlığın hayrı için bir şeyler istemeliyim.
Bu yolda ruhlar alemine, meleklere, peygamberlerin kutsal varlıklarına, Orion'lulara, Pleiades'lilere, grilere, robotik varlıklara ve en yüksekte ALLAH'a çağrıda bulunmalıyım!
Asla... Asla bu güzelim çilekeş sahnenin, dünyanın o kadavralara kalmayacağına inanarak, onların zulümlerinden dolayı bezip, masumiyetten ve umuttan ümidimi kesip, kendimi harap etmemeliyim ve bırakmamalıyım! Bu yüzden saldırganlaşıp, günlük hayatımda yanlış tepkilerle ne kendi başımı, ne başkalarının başını belaya sokmamalıyım.
Şeytan tarafından madde ile satın alınmış bu ucuz ruhlar bütün dünyayı sarmışken ve hatta birçoğumuzun aileleri bile bu şeytanî silsileye boyunlarından bağlanmışken; yine de ruhumun renklerini onlar gibi karaya çevirmemeli ve hala bir aydınlık umudu olduğunu düşünmeliyim!
Asla... Asla dünyayı en üstten ele geçirmiş soysuzlar yüzünden ben de kararmamalıyım! Alkole, bezgin muhabbete, dumana düşmemeliyim. Çünkü o zaman benim gibi düşünme gücü olanları da bu konuda uyaramam. Onlara akıldan yana, aydınlıktan yana olan iradeyi ifade edemem.
Bütün aydınlık ruhlara sevgilerimle...
ARIZA ADAM
1 Aralık 2010 Çarşamba
ARIZA ADAM hesap soruyor
Hayranlarım; beni avradımın bile elinden büyük ölçüde aldılar ve bundan çok da memnunum. Hayranlarım; beni, gerçek, merkezdeki felsefemle, bütün tepkilerimle beni kalplerine alıyorlar. Diğer taraftakiler sadece düzgün duruşumu 'ben' zannedip, azla yetiniyorlar. Onlar beni suya sabuna dokunmadan sevenler. Hayranlarımsa; beni sorgusuz, bedenimi ve geçmişimi bir kenara itip, ana rahminden çıkmamış, topraktan doğmuş olan Arıza Adam kişiliğimle her türlü sevenler...
Onlar düzgün duruşlarının tersine, tariflerini bu hayatın onlara şart koştuğu kılişelerin merceğinden yapanlar... Yani sistemin zavallı kurbanları, fosiller, sonsuzu yakalayamamış ruhlar... Genelde bedenleri için yaptıkları bütün yatırımlara, emlaklara, paraya ve arabalarına güvenenler... Tabii öldükten sonrasına hiç pirim vermeyenler, ama bir yandan hayatta zorluk çektikleri günlerde imana gelip, Allah'a yalvaran yalancılar... Aslında görmedikleri hiçbir şeye asla inanmayan gafiller...
Bense, önce kendi içsel boyutlarımı keşfedip, kendi ışığımda yükselip, ellerime ruhumun o gizemli topunu alıp, şekilden şekile girebilen Arıza Adam... Sizlerin bilge yaramazı, bilge ahlaksızı, arlanmazı... Aslında yüzde yüz bir iman ve enerji topu... Sevdi mi, kalpten seven ve karşısındaki en derin yerlerine işleyen, sosyal olarak yalnız, ama dışarıdaki taşla bile konuşan, onda Allah'ı bulan, o taşla O'nun huzurunda dertleşen bir çilekeş...
Ben; onların kıçlarının rahatını bozacak kadar açık ve detaycı, araştırmacı bir çığırtkan!.. Ve asla rahat edemeyecekler, çünkü ben her zaman burada olacağım!
http://video.mynet.com/ari
24 Kasım 2010 Çarşamba
21 Kasım 2010 Pazar
13 Kasım 2010 Cumartesi
9 Kasım 2010 Salı
İyi ki doğdun Arıza Adam
Yemişim böyle doğum gününü!
Hayat dört bir yandan, hatta o da yetmez, hem alttan-hem üstten, ishal ve kusmuk misali üzerime üzerime çökmüşken, davullu zurnalı, zenneli-dansözlü, cariyeli kutlansa da doğum günüm saraylarda; ne farkeder?
Hayatla sorunum olmasa “Arıza Adam” olur muydum efendim ben?.. Hayatın da benle sorununun olması bu durumda gayet normal değil mi?.. Ona da çok kızmamam lazım. Buradan hareketle aslında bir çeşit şükür eylemine doğru da akabilirim; belki o zaman sevap bile kazanırım kim bilir?!
Hayat madem benim “Arıza Adam” olarak internette, genç kitlenin önünde boy göstermemi sağladı ve beni birçoğunun da sevmesini sağladı, e o zaman şimdi artık hayat beni madden ve manen çeşitli öğeleriyle batırsa da, ağzıma-yüzüme etse de, paçavraya çevirse de, benim her durumda bir çeşit şükür halinde olmam da gerekiyor!
Sözümona en mutlu olmam gereken, hani temelde pek mutlu olmasam da bir bahane ile –mutluymuş gibi- görünmem gereken “doğum günüm”de dokuz ayın çarşambası beni bulmuş olsa da, karı dırdırı tepemde tavan yapmış olsa da, kart borçları, iş borçları ve alamadığım alacaklar yüreğimi hepten dar etse de, “Arızalık Madalyam”ın hakkını verme adına ben yine de şükredip, gülmeye-güldürmeye devam etmeye alıştım bile şimdiden!!!
Hayatta şu an bulunduğum noktada, “Arıza Adam” olmama rağmen, konum ve maddi anlamda avradın beklentilerini henüz karşılayamamış olmamın (Aslında kendi beklentilerim de bunlar) o cehennemî birikintisi nasıl olur da, bekleyip, bekleyip, bir aylık sessizliğini yine tam da doğum günümde bozdu hala inanamıyorum!
Lan bırakın da bari sözümona mutluluk tablosu çizmem gereken doğum günümde ucundan azıcık mutluluğu yaşayayım. Ama ne mümkün!? Evliysen; öyle kendi istediğin zamanlarda ha deyince mutlu olmaya da hakkın yoktur. Adamı kevgire çevirirler! Anasından emdiği sütü bir günde burnundan, ağzından, hatta makatından getirirler vallahi!
Özel anlaşma mı yaptınız lan hep birlikte sırtıma kızgın maşalarla binmek için benim avradla!?
* * *
İşte benim bu yılki doğum günüm, 8 kasım 2010 tarihinde ruhumun içinde yangınlar eşliğinde böyle kutlandı!..
Arızalık bende… Delice, ayarsız videolar, binbir surat bende… Hatta nereden geldiği belirsiz, birbirinden leziz, ‘hediye ince naylon çoraplar’ da ben de… Yetmedi mi?! Onca hediye edilmiş G-stringler kargo-kargo kapımda… Ama gel gör ki; doğum günümde cehennem de bende!
Kardeşim; istersen kral ol… Hiç farketmez…
Biraz dırdır, biraz geçim sıkıntısı, kredi kartları, biraz rezalete yan bakan ülke gündemi, hayat şartları, çamurlu yollar; al işte sana mevkii, sıfat ve yetenek farkı gözetmeyen adil cehennem!
Yine şükrediyorum ve diyorum ki; Ben Allah'ın sevgili kuluyum.
ARIZA ADAM
Ömer
-----------------------------
Lütfen sayfama katılın!
http://www.facebook.com/ariza2010
Videolarımın linkleri
http://video.mynet.com/arizalarmeclisi
http://www.dailymotion.com/arizaadam
http://www.youtube.com/6600066
http://www.youtube.com/mrarizaadam
30 Ekim 2010 Cumartesi
Çayım, purom, internetim
Hiç farketmez! Umrumda bile değil!
İster sonları daha büyük zenginlik, ister cehennemdeki altın tabut veya ipek kefen olsun; umrumda bile değil. Benim keyfim bana ait ya; koymuşum topunun a..ına...
21 Ekim 2010 Perşembe
'Piç' mekanlar
Kulağa hoş geliyor mu? Nasıl şeyler çağrışıyor beyninizde acaba?..
İyi mi, kötü mü? Orijinal mi, kopya mı?
Batıdaki mimarlar daha en baştan, kökten medeni, özgür ve yaratıcı şekilde yetiştiklerinden; ortaya çıkardıkları binaların ve mekanların tasarımlarında da cesur ve öncüdürler. 'Olmayanı' cesaretle konduruverirler kağıtlarına... Oradan da hayatın zeminine... Hem de yüzde yüz düşündükleri gibi. Tıpkısının aynısı!..
Düşüncelerinin yeniliğine ve orijinalliğine birebir hizmet ettirirler teknolojiyi ve malzemeyi. Çeşitli kriterlerin kölesi olmaz onların tasarım güçleri. Dikdörtgenlere, düz hatlara veya yuvarlaklara boyunlarından bağlı değildirler. Onlar geometriyi de, teknolojiyi de, felsefeyi ve hatta toplumsal kabulleri de kendi düşüncelerinin peşine katarlar.
Bizdeki en iyi mimarların bile çoğu, illa ki önce batıdakilerin son çalışmalarını tararlar. Hatta her ay tanınmış ofislere en az iki adet, ciltli, son çıkan yabancı mimari kitaplar girer. Bu kitaplara binlerce liralar harcanır. Yeni ve havalı bir proje beklendiğinde; önce bu kitapları yalayıp, yutarlar ve en ince detayına kadar oradaki eserleri tararlar. Sonra kılıbık ve suçluluğu içlerine sindirmiş el hareketleriyle, benzer ve 'sözümona yeni'eserler ortaya çıkartırlar!
Ben mimarideki ilk çalışmalarımda kalemi alıp, sıfırdan, hiçbir mevcut eserden esinlenmeden orijinal şeyler karaladığımda beni kınarlardı ve uyarırlardı. "Tasarıma başlamadan önce yurtdışı örnekleri iyice tarasan da, Amerika'yı yeniden keşfetmeye zaman harcamasan?" derlerdi. Daha özgür ve bağımsız tasarımlarımı ortaya çıkarmam konusunda kendimi uzun yıllar ezik hissettim bu hakim yöntem ve tavır yüzünden.
İşte; o yıllarımda benim ve diğer mimarlık öğrencilerinin sık duyduğu bu cümle, aslında bizim, Türkiye'nin mimari ruhunun ve kişiliğinin de ilk belirtileriydi. Bu kısa cümlenin altında çok fazla kompleks yatmaktaydı. Ama gören ve anlayan çok azdı.
İşte o yıllarımda bana, yurtdışı örneklerini taramamla ilgili sarfedilen bu 'yenik cümleyi' duyduğunda, sinirlenmeyen, kendini hiçe sayılmış saymayan, alınmayan ve boynunu büküp, hemen literatürleri taramaya başlayan mimarlar ve tasarımcılar çoğunlukta oldukça; bizim binalarımız ve mekanlarımız her zaman ortalıkla birer 'piç' olarak dolaşmaya devam edecektir!
Videoları:
16 Ekim 2010 Cumartesi
15 Ekim 2010 Cuma
ARIZA ADAM HAREKETİ ENGELLENEMEZ!
Çünkü beni bu tohumlar, bu topraklar, bu iklim, bu hava, bu su arızalandırdı.
Ayıpların, dogmaların, utangaçlığın, pimpirikliliğin arkasına sığınmak doğruculuk, güzellik değil, yalancılıktır! Ben asla böyle olmadım, olmayacağım.
Genç kitlenin içindeki o eşsiz, masum, çılgın ve umarsız titreşimlerle bezendim. Çünkü geleceğe bakan her ruh, gençliğe yakın olmaya mecburdur. Diğerleri ise fosiller, moruklar, bir süre sonra kullanım süresi dolan işe yaramazlardır.
Gerisi kukuma anlatın ve yakınımdan toz olun, gidin!
ARIZA ADAM
http://www.facebook.com/ariza2010
22 Eylül 2010 Çarşamba
Pustu Kustu
doğruyu düşünen herkes dayanamadı kustu.
Lakin memleketin çoğunluğu tarrrağa yan bastı.
Artık bu salakça ve içten mücadeleler
düşünenlerin aklını cahiller aldı
hayretler uçuşur havada artık
ARIZA ADAM
11 Eylül 2010 Cumartesi
Referandumdan bir gece önce
Evdeki iki kadın nesli de yattı yataklarına zaten; kaldım bir başıma... Ha bir de Micho Amigo Dalman ismindeki kedim var; o da yaymış kıçını sabahtan beri uyukluyor. Yani ondan da hayır yok bana.
Zaten referanduma doğru iki gün öncesinden almışım teskim edicileri, uyku ilaçlarımı; bugün gün içinde bile üç saat uyudum fazladan. Şakülüm, kıblem şaştı. Akşam oldu, saat onikiye dayandı, daha yeni patladı afyonum. Bir de yarın da sandık başına gideceğiz oy vermek için ya; uykum artık hiç gelmez herhalde. Beynim titreşiyor, ruhum alevleniyor, sinirlerim deli gibi atık!.. Avrad ve küçük kız yanıma bile yaklaşamadılar sabahtan beri, 'paylarım' diye. Gerçi paylarını da aldılar bir ara sinir sistemimden yana, ama neyse!..
"Arıza Adam'a yakışır ara sıra hadise çıkarmak." derim, ama ne yazık ki bu hadiselere en çok da yakınımda olan sevdiklerim kurban gider ve bugün de bir miktar öyle oldu zaten! "Allah affetsin beni" diyorum. Başka diyebileceğim, sığınabileceğim bir koruma kalkanı da yok.
Sonuçta şu an geceyarısı ve ben ne tütünde, ne birada, ne de kahvede sınır tanımıyorum. Ne zaman uyurum bilinmez. Sinirim, derdim, hayat mücadelem, ülkemin risk altındaki geleceği ve doğrucuların başına gelecekler, yarınki referandumun sonucuna bağlanmış durumda. Ya boku tümden yiyeceğiz, ya da yırtacağız ve en Cumhuriyetçi şekilde, en Atatürk'çü şekilde medeniyete doğru hepbirlikte kanat açacağız.
Yarın, sonuçlarda çoğunluk "evet" çıksın veya "hayır" çıksın; dünyanın önünde ya hepbirlikte dansöz olacağız, ya da arslanlar gibi dik duran, ona-buna yaltaklanmayan karakterli bir ulus olacağız. TÜRK MİLLETİ olacağız!
Ya gündemlerimizdeki şu ana kadarki komedi devam edecek, ya da stratejisini çizmiş, Atatürk zamanındaki gibi ülkesi için ölebilen bir duruşumuz olacak dünya karşısında.
Ya yine diğer milletlerden gelecek şantajlara, direktiflere göre şu koskoca milletin hayat şartlarını ayar edeceğiz üç kuruş lokma için, ya da "Biz Türküz!" diyecek kadar sesimizi gür kılıp, kendi üretkenliğimizi ön plana çıkarıp, dünya milletlerinin dayatmalarına el açmayacağız. Ne olduğumuzu bileceğiz.
Ben yine yarın koşumu yaşarım, dalgamı alabildiğine geçerim, Allah nasip ettiği kadar işimi yapar, aşımı sağlarım, ama bu kutsal topraklar eğer sapkın hedeflere kurban edilirse; gün geldiğinde Atatürk'ün karşısında nasıl dik dururuz ve Allah'a ne hesap veririz, onu da ben bilmem!
Yarın referandum için sandığa gidiyoruz ve geceyarısı bu saatte, benim için tütünde, birada, kahvede, puroda sınır yok.
Güç ve erkekler
Hortumcuların, fırsatçıların, yalakaların, yandaşların ve üçkağıtçıların güçlerini gördük, onları afişe ettik; bir şekilde yine ayakta kaldık ve mücadeleyi bırakmadık. Sonuçta kârda olan yine bu devlet, bu millet olacak inşallah.
Bunca örgütün, kuruluşun ve yollu-yolsuzların gücü karşısında karşı tedbirlerimizin tanımını yaptık ve reçetesiz kalmadık Allah'a şükür. Biz de panzehirimizi ona göre ayarlıyoruz artık; alıştık bunlara.
Ancak; bütün bu güçlerin ötesinde, daha yıkıcı, çoğu zaman çözümsüz, insanı kaosa sürükleyen ve hayatı ona kapkara, umutsuz gösteren apayrı bir güç var ki; onu hep küçümsedik ve önemsemedik. 'Onu çözüme götürelim de rahat edelim' diye akrabalarımızı sattık, doğduğumuz toprakları terkettik, şehirler değiştirdik, anamızın ak sütünü tanımaz olduk. Onun uğrunda işimizi değiştirdik, eskilerimize cephe aldık, henüz kimliği oturmamış yeni'mizi savunur olduk. İsmimize, cismimize, soyadımıza karşı geldik. Kendi tarihimizi tanımaz olduk.
Sessiz, güzellik maskesi ile perdelenmiş, ahenkli ve estetik duruşuyla bu gücün önünde hep eğilip-büküldük, dilimizi şeyimize sokup, efendilik tasladık. Eğilip-büküldükçe de daha bir kemiksizleştik.
O gücün insan üstünde ne denli yaptırımcı ve kurnazca ayartıcı olduğunu hep küçümsedik.
Şimdi söylüyorum:
Tabii ki dırdır'ın gücü!..
Kadının, avradın, karının, eşin, sevgilinin, yavuklunun gücü!
Daha da açabilirsiniz isimlerini, farketmez. Erkeğin karşısında, yazımın başında saydığım bütün o kuruluşlar, örgütler, şahıslar ve kurumlar bir şekilde güçlüydü, ama Dırdır'ın gücü, içten içe hep yıkıcı olmadı mı onun için?.. O saydığım şahsiyetsizlikleri ortaya koymasına hep o güç neden olmadı mı?
Yıkılan kankiliklerin, dostlukların, satılan akrabaların, terkedilen eski toprakların, elden giden mevkilerin ve en önemlisi, o masumca yaşama arzusunun, umutların ve rüyaların akibeti hep o Dırdır'ın gücünden dolayı aynı olmadı mı?
Dırdır'ın gücü ile sınanmakta olan bütün erkekler adına; "asla ipleri ellerinizden bırakmayın" diyorum!
Hadi rastgele!
ARIZA ADAM
1 Eylül 2010 Çarşamba
Haklı, Haksız ve Referandum
Sizler politikacılarsınız. Siyaset yapıyorsunuz ve ülkeyi de tam anlamıyla referandum yolunda ikiye böldünüz!..
Bu zaten sizin işiniz. Hatiplik sanatı... Yaptığını, yapmadığını, yapabileceğini, yapamayacağını laflarıyla allayıp-pullayıp, halka güzel görünme mahareti... Dahası; halkı üçkağıda getirme becerisi!..
Ama illa ki iki taraftan biri haklıdır, diğeri ise haksız, hadsiz ve yalancıdır. Bu gerçek asla değişmez. Ustalığı yüzünden kendisini, olayı görenlere ve hatta olay yerine gelen trafik ekibine haklı gibi gösterse de, haksız taraf bal gibi de 'haksızdır'...
Gerçekten imanlı olanlar; olayın kaydının en tepede tutulduğunu zaten bilirler.
Kardeşim; şimdi siz referanduma doğru yürürken, o meydan-bu meydan birbirinize olur-olmaz atıp-tutuyorsunuz. Meydanlar rezalet! Ülkenin atmosferi rezalet! İşçinin, emeklinin, çalışanın durumu rezalet! Çarşı-pazar, et-kıyma, ekmek rezalet!..
Aynen trafikteki o çirkin kapışmalarımızda olduğu gibi; biriniz yalancı ve haksızsınız.
Haksız ve yalancı olansa; asla bu ülke ve bu halk için hayırlı olanı istemez! İsteyemez!..
Bu ayrım noktasından yenik, ya da galip olarak ayrılsa da; haklı olan, hak yolunda kazanmış olacaktır.
Ve yalancı, haksız olan taraf...
Bu ayrım noktasından zaferle de, yenilgiyle de ayrılmış olsa; omuzlarına yüklendiği bütün bu koskoca halkın ruh yüküyle büyük ihtimalle cehennemi boylayacaktır.
Gerisi bizi ilgilendirmez!
29 Ağustos 2010 Pazar
Büyük İstilaya doğru
Ben 1968 doğumlu, açık fikirli, hatta fazla açık fikirli (!), hakkında hem öyle, hem böyle denilen, yani kısacası medeni ve şöyle-böyle bir adamım!..
Benim liseli yıllarımda, çok sevgili şehrim İzmir’in Karşıyaka ilçesindeki o güzel günlerimde; teyzemlerle sık sık onların evinde buluşur, adeta video ayinleri düzenlerdik. “Ayin” dedim; çünkü biz ailece film izleme amaçlı sabahtan onlara giderdik ve ardı ardına beş adet filmi birbirine ekleyip, gece de onlarda kalıp, evimize öyle dönerdik. Hatırlıyorum da; teyzemin kızının boyuna göre çok büyük, ama son model, kaliteli yeşil bir vitesli bisikleti vardı. Ben de genelde üçüncü filmden sonra onlardan yarım saatliğine izin isteyip, mahallede o bisikletle hızlı ve havalı bir tur atıp, dönerdim. Sonra mesaiye aynen devam!..
Teyzemin ve benim korku-gerilim merakımızdan dolayı da daha çok gerilim, korku ve bilim-kurgu filmleri izlerdik. O yıllarda uzaylı ırkların, bazı Amerikan kasabalarındaki insanların içlerine bir şekilde mikrop gibi sızarak, onları sosyal ve toplumsal açıdan kendilerine nasıl köle ettiklerini işleyen bir çok bilim-kurgu filmi vardı. O filmleri izlerken adeta büyülenirdik, telaşlanırdık, korkardık.
Uzaydan meteor gibi bir şey gelir; kasabanın kırsal alanlarında bir yere çakılırdı. Daha sonra olay yerine giderek, düşen nesneyi ilk merak eden kişinin bir şekilde üzerine sıçrayan ve onun içine giren bir yaratık sözkonusu olurdu genelde.
İşte o andan sonra, hatta adamın evine dönüşünden itibaren onu kendi karısı ve çocukları bile tanıyamazdı. Adamın beslenme şekli, nefes alış şekli, düşünce stili, felsefesi ve hayata bakışı tamamen değişirdi. Bol şekerli su içmeler, dolabı açıp, gecenin saat ikisinde çiğ et arama krizleri, karısı ile sevişirken garip sesler çıkarmalar filan!.. Ondan sonra güç bela karısıyla birlikte olduğu an, bir fırsatını bulup, ona da fişi bir taktı mı; ertesi sabaha karısı da onun gibi değişime uğramaya başlardı. Ondan sonra alın size başkalaşıma uğramış canavar bir aile!..
İnsanlar o etkileşimden sonra hayata bakışlarını da yüzseksen derece değişime uğramış halde bulurlardı. Uzaydan gelmiş, içsel bir direktife doğru rotalanmış bir biat ediş halinde, anlamsız ama memnun bir yüz ifadesi ve nedense etraflarındaki herkesi de uzaydan gelen o direktifin siparişiyle değişime uğratma çabası!..
Tam nedenlerini kendileri de bilmeden kapıldıkları bu zararlı büyünün etkisinde, yaşamakta oldukları kasabanın bütün orijinal öğelerini de bozup, çökerterek, herkesi kendileri gibi renksiz, bir örnek hale sokup, o ulvi şeytani titreşime sokmayı tek amaç edinirlerdi. Sanki karşılığında bir şey alıyorlarmış da; ellerinden geleni yapmak zorundalarmış gibi!..
Halbuki olan şey; sadece yıllardır beslenmeyip, aç bırakılmış manevi yapılarının, dışarıdan gelen ani, yabancı bir güç ile kendini şaşırıp, bir anda yanlış enerjilerle beslenip, açlığını yatıştırmasından ibaretti.
Bütün bu ana konu çerçevesinde; o günlerdeki bilim-kurgu filmlerde, koskoca bir kasabanın şeytani bir varlık veya titreşimin peşine takılarak, hızla ve toptan başkalaşıma girdiğini ve dünyanın adım adım elden gittiğini görmek, insanın içine çok çeşitli, acı sıkıntılar ekerdi. Film bittiğinde ise; olayı tamamen bilim-kurguya verip, “mevcut ortamın bununla alakası bile yok.” diyerek içimizi rahatlatırdık ve rutin hayatlarımıza devam ederdik.
Ama şimdi anlıyorum ki; o zamanlarda filmin bitiminde kendimizi avutma şeklimiz tamamen bir yanılsamaymış! Adım adım değişime uğrayan toplumumuzun durumunu gerek günlük hayatın işleyişi içinde, gerek medya organlarında ve yazılan-çizilenlerde her incelediğimde; az önce anlattığım tablo ile bire bir çakışır halde gördüklerim!
Yukarıdan veya aşağıdan, ama illa ki –dışarıdan- şeytani bir güç indi birilerinin doğrudan beynine!
O güç, ilk buluştuğu uygun yapıdaki insana ve onun yakınındakilere bir şeyler vaadetti ve yüzde yüz yorumsuzca, şüphesizce kendine bağladı onları. Akabinde boş boş, düşünmeden, iki kuruşa hayatta kalmaya çalışan büyük kitleye etkili şekilde hitap etmeleri için o ilk seçilmişlere bir iksir aşıladı. Bu iksir sayesinde onlar; o koskoca halk kitlesinin aydınlık taraftan yana düşünmesine de engel olabildiler.
Ve şimdi aynen o eski bilim-kurgu filmlerdeki korku verici istilada olduğu gibi, hızla değişim tamamlanıyor.
Sanırım tamamen istila edilmekten başka alternatif de kalmadı artık, çünkü çok sayıdalar ve o güce karşı düşünenleri, eylemi bırakın, düşüncelerinden dolayı bile bertaraf ediyorlar!
Tıpkı o eski bilim-kurgu filmlerindeki gibi; bu topraklar tamamen kurumadan, bütün doğan çocukların beyinleri o şeytani güç tarafından ele geçirilerek, istediği yönde programlanmadan, hala ele geçirilememiş olanlar bir şeyler yapmalı!!!
ARIZA ADAM
Ömer
28 Ağustos 2010 Cumartesi
Tek don, iki yumurtalık
Evet mi, hayır mı?..
Zaten 12 eylüle kadar başka meselemiz de yok değil mi?!..
Artık bu süre içinde tek endişemiz; “Acaba referandumda evet mi çıkacak, hayır mı?”… Zaten yıllardır refah ve zenginlik içindeki Türk halkının varabileceği en büyük mücadele ve devamında da zafer buydu! İşte sonunda onu da bulduk! Artık bundan böyle evet’i, hayır’ı tartıştıkça, bir hanzonun iki yumurtalığı gibi milletçe ikiye bölündükçe başımız göğe erecek ve bütün sorunlarımız çözümlenecek!
Halbuki hanzonun iki yumurtalığı da sonuçta aynı donda mevzileniyor; bundan kimsenin haberi yok! Bu penis, belsoğukluğuna veya herhangi bir cinsel hastalığa yakalanırsa; o iltihaplı çişin son damlası bu dona damlayacak ve iki yumurtalık da ıslanacak, cıvıyacak, bunu gören yok! Bizim derdimiz artık varsa yoksa “evet” veya “hayır”… Ama evlerimize haftada kaç gün et-kıyma girebiliyor; kimsenin derdi değil!.. Bir din büyüsü sarmış gafil beyinleri ya; artık kitlenin gözü görür mü pirzolayı, kuzu etini, kıymayı!? Aferin işitilecek diye birilerinden ve oradan da bu yalancı takdir, en yukarı, Allah’a kadar iletilecek umuduyla kitleler bile bile gözlerini kör etmişler yani.
Sanki referandumda “evet” çıkacak da; “hayır” diyenlere karşı cihat kazanılacak!
Ve sanki “hayır” çıkacak da; bir anda bütün cemaatlerin işleri son bulacak, sofu kafalar sadeleşecek, medenileşecek ve bir anda ülkeye demokrasi rüzgarları ile esenlikler gelecek!
Kardeşim; dedim ya; bu iki yumurtalık da aynı "şey"in sallantıları ve ikisi de birbirine sürtüne sürtüne aynı donda mevzilenmek zorunda! Birinin seçilmesi ile diğerini kesecekler mi de, o pis, kokuşmuş don tek yumurtalığa kalacak?!.. Topyekun bu pislenmiş donun ve mikroplanmış ‘şey’in iltihabını solumaya devam edeceğiz!
Bence galeyena ve dolduruşlara gelmeyelim de; bize gavurzadelerin giydirmeye çalıştığı daha da pis donları giymemek için bir olalım. Çünkü bunlar tehlikeli! Bunlar içten hesaplı… Tek yumurta ile dona hakim olacağız derken; bir bakarsınız bünyeyi tamamen hadım etmişler!
O zaman ne yapacağız?!
Dansöz olup, ampullü elbiselerle gavur milletlerine geyşalık hizmetine mi geçeceğiz?!
Ya da “evet” çıkarsa; “hayır” diyenler kıçlarına teneke bağlayıp, öyle dolaşacaklar veya “hayır” çıkarsa, “evet” diyenler mi kıçlarına teneke bağlayıp, kendilerini güven ortamına alacaklar?!
Kardeşim; bu ülke hepimizin! Başımıza örülmüş bu bölücülük çorabı hepimizin başında!..
Ve inanın bana; bu hayat tek yumurtalıkla daha zor olurdu! İyisi mi; biz malafatı koruyalım da bizi tez zamanda tümden hadım etmesinler ha? Ne dersiniz?..
Arıza Adam
Ömer
Arıza Adam fan sayfası:
http://www.facebook.com/ArizalarMeclisi
7 Ağustos 2010 Cumartesi
Zombilerin sonu
Onlar hayatları boyunca yer-içerler. Başkasındakine gözlerini dikerler. Alırlar satarlar ve en sonunda da kaderlerine razı olurlar. Bu onlar için "çaresiz teslimiyet"tir. Bir tek öleceklerini anladıklarında imana gelirler, dünyadan ellerini eteklerini çekerler! Bir tür şartlı inanç...
Halbuki gerçek teslimiyet; rahatın yerindeyken de, güzel yaşarken de, zorluklarla iç içeyken de, ne durumda olduğunu ayırt etmeden, yaratıldığın için Yaratan'a olan teslimiyettir. Gerçek teslimiyet bir yaşam sanatıdır. Tabii bu; zombi bedenliler için gereksiz bir detaydır! Onlar herşeyi beyin'e malederler ve zombi bedenlerini yaşatmak için sürekli kopartırlar, götürürler, çiğ et yerler ve uzak-yakın tanımazlar. "Neden?" diye sorulduğundaysa "Büyük balık küçük balığı yutar. Bu yaşamın kuralı." derler, sıyrılırlar.
Kan içmezlerse, çiğ et yemezlerse öleceklerine inandırılmışlar. Genleri feci şekilde pis, karanlık!.. Üretmeyi, pozitif düşünmeyi, birliği gördükleri bile yok. Çünkü öyle anne-babalardan doğuyorlar onlar da birer zombi olarak.
Elleri-kolları bağlanmış, yapacakları bir şey kalmamış ve alternatif önerilerini dünya halklarına bir türlü dinletememiş, kendilerine alıcı bulamamış aydınlık ruhlar çok güçlü bir müdahale bekliyorlar. Bu müdahaleyi, onların yıllardır yaratılışın kalbine yönelttikleri imdat çığlıkları çağırdı.
Bekleyecek ve görecek zombiler!..